|

Prof.Dr. Erol Mavi ile söyleşi

İzmir”de Pediatri alanında ismi marka olmuş en önemli isimlerden olan emektar hocamız Prof. Dr. Erol Mavi ile  Çocuk Endokrin Diyabet Magazin dergisi için yaptığımız söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

BD: Hocam bildiğiniz gibi derneğimizi ve camiamızı tanıtım amaçlı bir dergi çalışmamız var. Her sayıda emektar hocalarımızla söyleşi de yapıyoruz. Çocuk Endokrinoloji camiasının en emektar hocalarından biri olarak bu sayımızda sizinle bir söyleşi yapmayı arzuladık. Kabul ettiğiniz için derneğimiz ve dergimiz adına çok teşekkür ederiz. Hocam öncelikle kısa olarak doğumunuzdan itibaren kendinizi tanıtmanızı rica ediyoruz.
Erol Mavi: 80 yıllık bir ömrü kısaca nasıl anlatayım? 7 Temmuz 1931’de Mersin’de doğdum. Babamın ailesi Yörük. Yaz aylarında Toroslar’daki yaylalara çıkıyor, kış aylarını Mersin ile Silifke arasında yer alan Erdemli’de geçiriyorlarmış. Dedem (Mavali-Mavi Ali) yaşantısında 8-9 hanımla evlenmiş. Üç ayrı hanımdan olmak üzere babamın 23 kardeşi vardı. İki amcam ve bir halam benden küçüktür. Bana ağabey derler. Benim 70’in üzerinde kuzenim var. Dedem yaşantısında torununun torununu gördü. Babama ölen bir bir kardeşinin oluq olmadığını sormuştum. Sayısını hatırlamadığı kadar çok kardeşinin öldüğünü söyledi. Kendi annesi (babaannem) 14 çocuk doğurmuş. Altı tanesi küçük yaşlarda ölmüş. Bir gün amcalarımdan biri ile konuşurken babam “dur dedi sana bu amcanın doğumunu anlatayım: 8-9 yaşlarında idim. O yıl kış erken gelmiş yayladan İnmekte geç kalmıştık. Hızla hazırlanıp yayladan aşağıya doğru inerken kar fırtınasına tutulduk. Bu arada babaannenin doğum sancıları başladı. Birkaç yardımcı kadınla bir mağaraya çekildiler”
Peki dedim ne yaptınız ? Durup beklediniz mi ?
“Hayır dedi. Göç durmaz. Çünkü kafilede yüze yakın kadın, erkek, çocuk var. Ayrıca yüzlerce keçi ve inek var. Çadırların ve diğer yaşam malzemelerinin yüklenmiş olduğu develer var. Amaç bir an önce bu kafileyi aşağıya, güvenli bölgeye ulaştırmak.
Peki babaanneme ne oldu? dedim.
Babaannen, yaklaşık birkaç o saat sonra kucağında bu AMCAN ve diğer iki yardımcı kadın ile birlikte kafileye yetiştiler. Babaannen mağarada bu amcanı doğurmuş, KAR ile ovup temizleyip kudaklamışlar”.
Babam bunları anlatırken bir an hiç görmediğim babaannemi düşündüm. Bir mağarada çocuk doğuruyor, göbeğini kendi yöntemleri ile kesiyorlar, plasentayı dışarı çıkarıyorlar, bebeği KAR ile ovup, temizleyip kundaklıyorlar ve sonra kalkıp hızlı bir yürüyüşle kafileye yetişiyorlar.
Bu koşullar düşünüldüğünde, o ortamda hayatta kalabilenlerin “doğal seleksiyon”un tipik örnekleri olduklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Babam beraber olduğumuz zamanlarda özellikle torunlarına göç hayatı hakkında oldukça ayrıntılı bilgiler anlatır ve biz hayretle, biraz da şaşkınlıkla dinlerdik.
Babam ve iki kardeşi okumak için aileden ayrılıp Adana’ya gelmişler ve babam ticaret idadisini bitirerek serbest muhasebeci olarak özel bir firmada çalışmaya başlamış. Bu arada annemle tanışıp evlenmişler.
Annem Girit’ten Türkiye’ye göç edip Tarsus’a iskan edilmiş bir ailenin kızı. İlginç bir yaşam öyküsü var. Küçük yaşta babasını kaybetmiş. 6-7 yaşlarında iken, küçük kız kardeşi ile birlikte, Kazım Karabekir Paşa tarafından toplanan “Birinci Dünya Savaşında babasız kalan çocuklar” gurubuna alınarak tren ile İstanbul’a getirilmişler. Yolculuğun nasıl geçtiğini hatırlamıyor. Fakat İstanbul’a vardıklarında kendilerini büyük bir kalabalığın karşıladığını, çoğu Ermeni olan bazı kişilerin “bu çocuk benim”, “şu çocuk benim” diyerek bazı çocukları guruptan çekip aldıklarını gördüğünü ve trende gelirken arkadaş oldukları, kendi yaşlarındaki bir erkek çocuğun götürülürken “ama ben sünnetliyim… ben sünnetliyim” diye ağladığını, kendisini de alacaklar diye çok korktuğunu net olarak hatırlıyor.
Kalan çocuklar eski Çırağan Sarayında oluşturulan yetimler yurduna (Dar-ül Eytam) yerleştiriliyor. Mütareke döneminin başlangıcında oldukça sıkıntı çekmişler. Bir müddet sonra yaşlı İngiliz rahibe-öğretmenler gelmiş. Okul koşulları düzelmiş. Okulda 4-5 küçük çocuk, kendilerinden birkaç yaş büyük diğer bir çocuğun gözetimine verilirmiş. Bunlara “abla” diyorlarmış. Annemin ablası, daha sonra Cumhuriyet döneminde Türkiye’nin bir numaralı ses sanatkarı olacak olan Safiye Ayla imiş. Safiye Ayla 1950’li yıllarda İzmir’e her geldiğinde bize de uğrardı. Biz kendisine teyze derdik. Annemin abla demesine izin vermez, “okulda ben senden küçüktüm” derdi. Bu arada annemin küçük kardeşi hastalanıp ölmüş. Hastalığın ne olduğunu bilmiyor. Okulda kurtuluş savaşını büyük bir heyecanla izlemişler ve zaferi büyük bir coşku ile kutlamışlar.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Atatürk’ün emri ile bütün bu yetim çocukların, eğitim seferberliği gereği, öğretmen olmalarına karar verilmiş ve annem Adana Muallim Mektebine gönderilmiş. Bu arada okulda bir öğretmeni “kızım senin nüfusunda doğum yeri olarak Tarsus yazıyor, istersen gidip aileni bulabilirsin” diyor. Kısa bir araştırmadan sonra bir ailesi olduğunu öğreniyor ve 10-12 sene sonra annesine ve diğer kardeşlerine kavuşuyor. Kısa bir süre sonra da babamla evleniyorlar. Ağabeyim ve ben doğduktan sonra babam işini Mersin’den Tarsus’a naklediyor. Tarsus’ta kız kardeşim doğuyor. Bu arada ağabeyim ve ben sıtmaya yakalanıyoruz. 2-3 sene çok ağır sıtma nöbetleri geçiriyoruz. Babam yurdun batı kesiminde sıtma olmadığını öğreniyor ve Maliye Bakanlığına başvurarak batıda bir iş istiyor. 1936 yılında Menemen’e, iki yıl sonra da İzmir’e tayini çıkıyor.
Ben okula 1938 yılında İzmir’de başladım. İlkokul dönemi “İkinci Dünya Savaşı” yıllarına rastgeldi. Çok sıkıntılı günler geçirdik, ekmeğin karne ile verildiği yıllardı. Daha sonra ortaokul ve lise eğitimini de İzmir’de tamamladım. 1949 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesinde tıp eğitimine başladım.
BD: Neden tıbbiye hocam, nasıl karar verdiniz?
Erol Mavi: Ağabeyim tıbbiyedeydi ben de onunla aynı okulda okumak istedim. Ailemiz de doktor olmama olumlu bakıyordu. Babam özellikle “serbest meslek sahibi” olmamızı istiyordu. Bütün yaşantısında küçük memur olmanın verdiği ekonomik sıkıntının bu ısrarda rolü olduğunu tahmin ediyorum.
BD: Sınavla mı girdiniz tıbbiyeye?
Erol Mavi: O zaman sınav yoktu. Üniversitelere dereceyle girilirdi. Liseyi bitirirken iki derece alırdık. İlk derece-Sınıf geçme notu: Sınıf geçmek için, sene içinde her dersten aldığınız notların ortalamasının 10 üzerinden 5’in üzerinde olması gerekiyordu. Bütün derslerin ortalaması 7-8 olsa bile bir dersin ortalaması 5’den az ise o dersten ikmal’e kalınır, Eylül döneminde de başarısız olursa sınıfta kalınırdı. Borçlu geçme vb. gibi olanaklar yoktu. 5 ile 10 arasında alınan notlar orta, iyi, pekiyi olarak değerlendirilirdi. Bu not, sınıf geçme (son sınıfta lise bitirme) derecesi olurdu.
İkinci Derece-Olgunluk sınavı: Sınıfı geçenler (liseyi bitirenler) yanılmıyorsam “Türkçe”,“tarih” ve “matematik” derslerinden tekrar yazılı sınava girerlerdi. Bu sınavda alınan tüm notların da 10 üzerinden 5’in üzerinde olması gerekiyordu. Liseyi bitirdiği halde, olgunluk sınavında bir dersten geçer not alamayıp üniversiteye gidemeyen birçok arkadaşım olmuştur. O zaman olgunluk sınavı bir yerde de üniversiteye giriş sınavı gibiydi. Benim derecelerim iyi-iyi idi. Üniversiteye girişte herhangi bir sıkıntım olmadı.
BD: O zaman tıp fakültesi kaç yıldı hocam?
Erol Mavi: 6 yıldı. İstanbul’da maddi açıdan çok sıkıntılı günler geçirdim. Bütün tıp eğitimim süresince tarihi Fatih Medresesinde Yüksel Tahsil Talebe Derneği yurdunda kaldım. Yurtta her fakülteden öğrenciler vardı. Herhangi bir ücret ödenmiyordu. Derneğin bir yönetim kurulu vardı. Kendi kendimizi idare ediyorduk. 1953’de İstanbul’un fethinin 500. yılında Fatih Camiinin etrafındaki bütün medreseler restore edildi, kalorifer tesisatı yapıldı, banyolar düzeltildi. Odalarda 4’er kişi kalırken 2’şer kişi kalmaya başladık. Yaşam koşulları çok düzeldi. Fakat bu arada medreselerin kubbelerindeki kurşunlar söküldü, beton dökülüp gri renge boyandı. Şu andaki durumu bilmiyorum.
1955-56 yıllarında derneğin başkanlığını yaptım. Zaten benden sonra yurt “Vakıflar İdaresine” geçti ve dernek kapatıldı. Eğitimim sırasında bir süre Sağlık Sosyal Yardım Bakanlığından burs aldım. Bu şekilde aileme hiç yük olmadan biraz gecikme ile fakülteyi bitirdim.
Fakülteyi bitirdikten sora askerlik hizmeti için başvurdum. Yedek subay sıhhiye okulu o yıl İzmir Abdullah Ağa çiftliğine nakledilmiş. 01.06.1957 günü sabah tören ile evden uğurlandım. Abdullah Ağa çiftliğine vardığımda hayretler içinde kaldım. Okul ve personel olarak bir kaç baraka ve bir masa başında oturan bir yüzbaşı vardı. Benim gibi gelenlerle birlikte kaydımızı yaptı. Ne yapmamız gerektiği sorduğumuzda : “okul daha başlamadı. Öğretmenler gelip eğitim başlayıncaya kadar, her sabah gelmek koşulu ile serbestsiniz” dedi. İzmir dışından gelenler barakalara yöneldiler, benim gibi İzmirli olanlar evlerimize geri döndük. Sabah törenle askere yolladıkları çocuklarını akşam karşılarında gören aile fertleri şaşkınlık içinde kaldı. Bir müddet sonra öğretmenler gelmeye başladı ve yavaş yavaş okul haline geldi. 31.08.1957’de Asteğmen olduk ve kuralarımızı çektik. Bana kurada Küçük Çekmece-Avcılar’da bulunan 61’inci Tümenin 57’nci Topçu Alayı çıktı. Tekrar yatağı yorganı yüklenip İstanbul’un yolunu tuttuk.
BD: Askerde doktorluk yaptınız değil mi hocam?
Her sabah alaydaki hastalara bakardım. Haftada bir gün Haramidere-Çobançeşme üzerinden Çerkezköy’de bulunan 61. tümene gidip oradaki hastaları görürdüm.
Tabii o zaman Avcılar şimdiki gibi değil, Sirkecide elektrikli trene biner Halkalı’dan bir önceki istasyona kadar gider, ondan sonra dolmuşla Avcılar köyüne varırdık. Köyde yaklaşık 50-60 tane, tek katlı, kerpiçten yapılmış ve çamurla sıvanmış ev vardı. Anayolun kenarına 8-10 tane top yerleştirilmişti. O zamanlar bu bölge çok ıssızdı. Kış ayları çok sert geçerdi. Bazen aniden kar yağışı başlardı. Bazı araba sahipleri donmamak için arabalarını anayolda bırakıp kaçarlardı. Kar azaldığı zaman arabalarını almaya gelenler arabanın dört takoz üstünde olduğunu görürlerdi. Bütün lastikler çalınmış olurdu. Çünkü o dönemde ülkemizde lastik ancak karaborsada bulunabiliyordu. Bu özelliği nedeniyle bölgeye Haramidere isminin verilmiş olabileceğini düşünüyorum.
BD: Hangi yıldı hocam?
Erol Mavi: Yıl 1956-58 arası olabilir.
Askerlik bittikten sonra mecburi hizmetimi yapmak üzere Mardin Sıtma Savaş Bölgesi Merkez Şubesi Hekimliğine tayin edildim
BD: Mecburi hizmet kaç seneydi hocam?
Erol Mavi: Mecburi hizmetim 2 yıl kadardı, çünkü ben belirli bir süre burs almıştım. Mardin Sıtma Savaş Bölge Müdürlüğünde benden başka iki doktor arkadaş daha vardı. Biri benim amirim olan, Mardin’in bölge başkanı, diğeri daha üst düzeyde yetkili olan Mardin-Urfa grup başkanı idi. Biz üç doktor bir odada birlikte oturuyorduk. Ayrıca iki laborantın çalıştığı bir laboratuarımız vardı. Kısa bir süre sonra diğer iki doktor arkadaş başka illere tayin edildiler ve ben Mardin Bölge Başkanı oldum.
Görevimizin üç amacı vardı:
1. Sivrisinek mücadelesi (DDT uygulaması),
2.Toplumun % 10’ndan kalın damla ve yayma preparat alarak parazit taraması yapmak,
3. Hastalık saptananları tedavi etmek.
Yanlış hatırlamıyorsam Mardin’in nüfusu 200.000 kadardı ve bu nüfus 1000’den fazla köy ve mezrada yaşıyordu. Bu durumda her yıl 20.000 kişiden kan örneği alınması, şüpheli yerlerde DDT uygulaması yapılması ve saptanan hastaların tedavi edilmesi gerekiyordu
Bu görevler çok geniş bir örgüt ile gerçekleştiriliyordu. Sıtma tehdidi olan illerde bir il başkanı, her ilçede biri şube başkanı olmak üzere 5-6 sağlık memuru ve her sağlık memurunun emrinde 5-6 işçi vardı. Sağlık memurları kendilerine bağlı köy ve yerleşim yerlerinde bir damla kandan kalın damla ve yayma preparat hazırlıyor, işçiler gereken yerlere DDT uyguluyorlardı. Preparatlar merkez laboratuarda inceleniyor, hastalık saptanan bölge büyük bir Mardin haritasında işaretleniyordu. Amaç, herhangi bir yerde salgın olursa hemen görebilmekti. Doktor olarak bizim görevimiz gidip hastanın tedavisini düzenlemek ve gerekli diğer önlemleri almaktı. Bu arada komik olaylar da oluyordu. Bazı yerlerde halkın büyük bir kısmı bir damla kan vermeye büyük direnç gösteriyordu. Sebebini sorduğumda hayretler içinde kaldım. Biz bu kanları Amerikalılara satıp para kazanıyormuşuz ???
Yalnız İzmir ve İstanbul’u tanıyan bir kişi olarak Mardin bana çok ilginç görünmüştü. O zamanlar Mardin günümüzdeki kadar meşhur değildi. Görevim gereği ilçe ve köyleri gezdikçe hayretim ve merakım giderek artıyordu. Ayrıca burada sınıf arkadaşım Dr. Mehmet Ali Kavak ile karşılaştım. Kendisi merkez hükümet tabibi idi. Fakültede numaralarımız arka arkaya olduğu için bütün tıp eğitimi süresince pratiklerde ve sınavlarda beraber olmuştuk. Arkadaşım Mardin’in Savur kazasının en etkin ailelerinden biri olan “Kavak” ailesine mensuptu. Bölgeyi tanımak ve anlamak konusunda arkadaşımın büyük yardımını gördüm.
Memurların, işçilerin ve malzemelerin gerekli yerlere gönderilebilmesi için emrimizde 10-15 vasıta ve şoför vardı. Memurların bölgesel dilleri bilmeleri, şoförlerin hem bölgesel dilleri bilmeleri, ayrıca araba tamirinden anlamaları gerekiyordu. Çünkü dağ başında araba bozulursa size yardım edecek hiçbir olanak yoktu. Şoförlerin hepsi ayni zamanda iyi bir tamirci idi. Hele bir şoför vardı ki “ben ne olursa olsun arabayı çalıştırırım, bir tek bobin yanarsa araba çalışmaz” diyordu. Onun içinde yedekte bir bobin tutuyordu.
Bir süre sonra değişik köylerde memur ve şoförlerin farklı lisanlar konuştuklarını fark ettim. Her biri en az 5-6 yerel dil biliyordu. Bu bölgede bir sürü kavim iç içe yaşıyordu. Arap, Kürt, Zaza, Çerkez, Yezidi, Süryani, vs. köyleri yan yana olabiliyordu. Farklı kavimlerden olmalarına karşın dış görünüşlerine bakarak bunları birbirinden ayırmanız imkansız. Bazen merkezden uzakta dolaşırken köyde akşam oluyor muhtarın evine gidiyorsunuz konuşuyorsunuz, misafirhanede yatıyorsunuz, ertesi sabah dan.. dan.. dan.. kilise çanları ile uyanıyorsunuz. Meğerse Süryani köyünde yatmışım haberim yok.
Görevim sırasında Mardin’in ilçeleri olan Savur, Midyat, İdil, Cizre, Nusaybin, Kızıltepe ve diğer ilçelerine birçok defa gittim. En az 400-500 köyünü gördüm. Bu yerlerden bazılarına adli tıp doktoru olarak gittim. Genelde bu göreve hükümet tabibi olarak arkadaşım Mehmet Ali Kavak giderdi. Ancak bazı günlerde birkaç olay aynı zamanda olurdu. Arkadaşım başka görevde ise savcı trahom tabibini, onu da bulamaz ise beni otopsi için olay yerine götürürdü. Bazı durumlarda ihbar edilen yeri saptamada zorluk çıkardı. Olay yerini bulmakta bizim Sıtma Savaş memurlardan yardım istenirdi. Bizim memurlar sorumlu oldukları köyleri yürüyerek dolaştıkları için bölgeyi karış karış bilirlerdi, bizim haritalarımız, vilayetinkinden daha doğruydu.
Bazen olay öyle bir yerde olurdu ki bir yere kadar araba ile gidebilirdiniz, arabanın gidemediği yerden sonra atlara binilirdi, atların gidemediği yerden sonra da yaya olarak tırmanarak olay yerine varırdınız. Ayrıca bu yolculuk bazen kış aylarında kar altında, yağmur altında, fırtınalı günlerde yapılırdı. Bu cinayetlerin nedeni genellikle kan davalarıydı. Gördüğüm ve anladığım kadar kan davalarını körükleyen en önemli etken, bölgede etkisini günümüzde de sürdüren “feodal sistemdir”.
Onların kavgalarına karışmadığınız, taraf tutmadığınız sürece doktor olarak büyük bir hürmet görürdünüz. Mardin’de gördüklerim ve yaşadıklarım benim düşünce sistemimde ve hayat görüşümde çok büyük değişiklikler yapmıştır.
BD: Hocam oraya sonradan gitme şansınız oldu mu?
Erol Mavi: Olmadı, bir daha gidemedim. Fakat birçok şeyi merak ediyorum. Örneğin: Midyat’ın su sorunu çözülebildi mi? Cizre’de Dicle üzerine köprü yapılabildi mi?
Midyat ile ilgili bir anımı anlatmak isterim. Midyat’a ilk defa gideceğim, şoförler bizim oradaki şubemizin gölün kenarında, güzel bir yerde olduğunu söylediler. Düşünüyorum, buralarda bir göl yok, haritada da bir göl görülmüyor. Midyat’a vardığımda baktım ki hakikaten bir göl var ama bu gerçek bir göl değil bir su birikintisi. Büyük bir meydanı kazıp bir çukur açmışlar, kışın yağmur suyu birikiyor ve göl oluyor. Halk su ihtiyacının bir kısmını buradan karşılıyor. Yaz aylarında bu yapay göl kuruyor. Ayrıca her evin yakınlarında kuyular açılmış. Benim ilk gittiğimde bahardı ve su oldukça yüksekti. Baktım bir tarafta kadınlar çamaşır yıkıyor, diğer bir yerde koyunlar, inekler, bazı yük hayvanları su içiyordu. Gölde yüzen çocuklar bile vardı.
Şube su gereksinmesini bahçesindeki kuyudan karşılıyordu. Bir kova su çektik, baktığımda içinin sürfe (sivrisineğin yumurtadan yeni çıkmış hali) kaynadığını gördüm. Bu suyu süzerek kullanacaklardı. Kuyuya mazot dökülmesini önerdim. Memurlar atılarak “aman efendim bu bölgede bir kişinin kullandığı kuyuyu kirletmek cinayet sebebidir” dediler. Biraz düşününce çok haklı oldukları kanısına vardım. Zaman zaman sıtma savaş bölge başkanları, Adana’da bulunan “Sıtma Enstitüsü”nde yapılan seminerlere çağrılır, bilgi alış-verişinde bulunulurdu. Bu seminerlerden birinde bir kurs hocası toplumdaki “batıl inançlarla savaşmak” gerektiğini anlatıyor ve örnek olarak “akarsu kir tutmaz” özdeyişini veriyordu. Bizlere bu özdeyişin doğru olmadığını, akarsuyun da kirli, mikroplu olabileceğini topluma anlatmamız isteniyordu. Midyat’ı gördükten sonra, görevleri toplumun sorunlarını çözmek olan bazı yetkililerin, toplumun gerçek sorunlarından ne kadar habersiz olduklarını acı bir şekilde öğrenmiş oldum. Akarsuyu bulacak da, mikroplu mu değil mi diye düşünecek, sonra kullanacak??? Önce bir akarsu bulabilselerdi keşke.
Midyat’ta hava batı illerine göre 1-1.5 saat erken kararıyor. Herkes evlerine çekiliyor. Ortalıkta büyük bir sessizlik var. Ben erken yatmaya alışık değilim. Şoföre ne yapabiliriz diye sordum. Burada gidilecek bir yer yok. İsterseniz karşı tarafa gidelim, orada gidilecek yer buluruz dedi. Arabaya bindik. Düzgün bir yolda, yaklaşık 7-8 kilometre gittikten sonra ışıkların yandığı, sokaklarda insanların dolaştığı bir yerleşim yerine geldik. Şoför arkadaş “sizi Tomo’nun kahvesine” götüreyim dedi. Merdiven ile çıkılan, üstü sarmaşıklarla kaplı bir çardakla örtülü bir kahvehaneye vardık. Kahveci Tomo bizi güleryüzle karşıladı. Etrafta gördüğüm insanların Mardin veya diğer ilçelerde gördüğüm insanlardan giyinişleri ve davranışları bakımından hiçbir farkı yoktu. Türk kahveleri içildi, kaçak tütünler çıktı. Ayıklama yapıldı tabakalar dolduruldu. Sohbetler edildi ve ben geç vakit şubeye döndüm ve şubede hazırlanan yatakta yattım. Yolda gelirken şoför arkadaştan Midyat’ın 7-8 kilometrelik bir yol ile birbirinden ayrılan iki bölgeden oluştuğunu, bizim şubenin bulunduğu bölgenin “Müslüman Bölgesi”, gittiğimiz bölgenin “Hıristiyan-Süryani Bölgesi“ olduğunu hayret ve şaşkınlık içinde öğrendim.
Dicle nehri Cizre’nin 300-400 metre yakınından geçer. Ben oralarda iken su Cizre’ye hayvanların iki tarafına konulan tulumlarla getiriliyordu. Neden 300-400 metre boru döşemiyorlar diye çok düşünmüşümdür. Bu bölgede Dicle üzerinde köprü olmadığından arabalarımızı karşı Silopi bölgesine, çelik halatlarla çekilen mavnalarla geçiriyorduk. Ayrıca Silopi bölgesinde hayvancılık çok önemli bir geçim kaynağı idi. Köprü olmadığı için her yıl binlerce hayvan sınırı geçip Suriye’de değerinin altında satılıyordu.
BD: Siz normal hasta muayenesi ile mi, yoksa sadece sıtma ile mi uğraşıyordunuz?
Erol Mavi: Sadece sıtma ile uğraştım. Aldığım maaş çok düşüktü. Bir ara arkadaşım Dr. Mehmet Ali ile birlikte muayenehane açtık. Ben devamlı olarak bölgede dolaştığım için yürümedi, kapattık. Köyleri ziyaret ettiğimizde bazen hastalarını getirirler muayene etmemi isterlerdi. Genellikle çocuk hastaları getirirlerdi. Beslenme bozukluğu, avitaminoz ve göz enfeksiyonları (bazı yerlerde trahom) en sık gördüğüm hastalıklardı. Birkaç lira para verenler de olmuştur. Fakat genelde hastalar o kadar perişan görünürlerdi ki, para istemek bir yana, yanımda taşıdığım eşantiyonları vermek zorunda kalırdım. Çünkü bazen en yakın eczane 50-60 kilometre uzakta olurdu. Kış aylarında kızamık salgınları görülürdü. Bazen bir köyde kızamık salgını çıktığında kadınlar çocuklarını kucaklarına alır, açık kasa bir kamyona binerek Mardin hastanesine yetiştirmeye çalışırlardı. Hastaneye getirilen çocukların yarısı annesinin kucağında ölmüş olurdu.
Mardin’e gelirken bildiğim sıtmanın tamamen ortadan kalktığı, görülen birkaç sıtma vakasının, sınırdan güneye gidip gelenlerde görüldüğü şeklinde idi. 1952’den beri Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki sıtma savaşı, Birleşmiş Milletlere bağlı UNICEF tarafından denetleniyordu. Fakat 1952’ye gelinceye kadar Türk doktorlar sıtmayı tamamen ortadan kaldıramasalar bile, önemli bir sağlık sorunu olmaktan çıkarmışlardı. Ülkemizde Sıtma Savaşı Tarihinde çok büyük fedakarlıklarla çalışmış olan, maalesef şu an isimlerini anımsayamadığım bu hekimleri saygı ile anıyorum. Deniz seviyesinden 2000 metre yükseklikte yaşayabilen, tuzlu suda yaşayabilen yeni anofel türleri tanımlamışlardır. Sıtma Savaşı, ülkemizde tamamen kendi imkanları ve kendi ne özgü yöntemleri ile başarıya ulaştırılmış bir sağlık savaşıdır. Bu nedenle yapılan toplantılarda bütün doktorlar “sıtma bitti işsiz kalacağız“ diye şikayet ederlerdi. Bu toplantılardan birinde Dünya Sağlık Örgütünden Hintli bir eksper “Siz niçin düşünüyorsunuz, böyle bir örgütten nasıl yararlanırım diye devlet düşünsün” , “ayrıca bugün dünyada sıtmadan kırılan 2-3 milyar insan var. Hepiniz sıtma konusunda uzmansınız. Hep beraber kalkar, bize gereksinimi olan başka ülkelere gideriz” dedi, bu yaklaşım benim çok hoşuma gitti. Dünya Sağlık Örgütünde çalışan bir “sıtma eksperi” olmaya karar verdim.
O hırsla Mardin’e döndüm. Devamlı sahada çalışıyorum, gidilmesi en zor köylere gidiyorum, gece gündüz çalışıyorum. Taramaları hızlandırdım. Tam sayısını hatırlamıyorum. Fakat 350 kadar sıtma vakası saptadık ve tedavi ettik. Daha önceki yıllarda 3-5 tane vaka bulunurmuş. Çok sevinçliyim. Bir süre sonra Adana’da yapılan senelik toplantıya gittik. Değişik illerin Sıtma Savaş Başkanları raporlarını sundular. Tartışmalar yapıldı. İki rapor aklımdan hiç çıkmadı. Adana raporu ile benim Mardin raporu.
Adana’nın Yenice ilçesinde bir sene önce bir sıtma salgını olmuş 10.000 sıtma hastası saptanmıştı. Adana bölge başkanı kalktı. Bu sene 8-10 vaka gördük. Bunlar da dışarıya seyahat edip gelenlermiş. Bakanlık temsilcisi kendisini tebrik etti. Sıra bana geldiğinde kalktım, büyük bir özgüvenle Mardin’de 350 tane sıtma vakası saptadık ve kan muayenesi ile tanıyı kesinleştirdik dedim. Sonra yine bakanlık temsilcisi kalktı ve “ işte böyle oluyor! gençleri gönderiyoruz, düzgün çalışmayınca bölgede salgın çıkıyor” dedi. Başımdan kaynar sular boşaldı. Sessizce yerime oturdum. Ne yapacağımı düşünmeye başladım.
BD: Takdir bekliyordunuz tabii?
Erol Mavi: Orada takdir beklerken bakanlık temsilci tarafından azarlanmıştım, çok üzgündüm. Seminerin son günü Dünya Sağlık Örgütü sıtma eksperler grubunun başkanı semineri özetleyen bir konuşma yaptı. Adananın Yenice ilçesindeki durum için “ …. bir yerde salgında 10.000 kişi hastalanırsa, ne yaparsanız yapın ertesi yıl % 10’u nükseder. Bu bilimsel bir gerçektir. Bu nedenle bu yıl Adana’nın Yenice ilçesinde en az 1000 sıtma vakasının saptanması gerekirdi. Adana Sıtma Savaş Başkanı’nın raporu gerçeği yansıtmamaktadır. Mardin raporu için “…bu genç arkadaş çalışmış, gidilmesi çok zor olan yerlere gidip 2000 metre yükseklikte, 6 aylık bebekte sıtma paraziti saptamış. Kendisine niye kızıyorsunuz. Bölgeye gider inceleriz. Bir hata yapılmışsa hep beraber düzeltmeye çalışırız” dedi.
Biraz rahatlamakla beraber kırgınlığım geçmemişti. Mardin’e döndüm. Laborantları çağırıp “ bu yıl bu kadar çok hasta bulmamızı nasıl açıklayabiliriz? diye sordum. Laborantlar “başkanım, geçmiş senelerde de biz benzer sayılarda hasta saptıyorduk. Fakat başkanımız yanlış görmüşsünüz deyip preparatı siliyor, hastaları tedaviye alıyor, fakat bakanlığa bildirmiyordu” dediler. Benden önceki başkan uzun zamandan beri sıtma örgütünde çalışıyordu. Bürokratik çarkın nasıl işlediğini çok iyi anlamıştı. Hekimlik görevini yapıyor, fakat kendisine zararı dokunabilecek olaylara karşı korunmayı çok iyi biliyordu.
10-15 gün sonra Dünya Sağlık Örgütünden bir grup sıtma eksperi Mardin’e geldi. Beraber bütün çevreyi gezdik. Yapılanları gördüler. Hatalı bir uygulama saptamadılar. “Tedavi hizmetlerine aynı hızla devam etmemi” önerdiler ve teşekkür edip gittiler. Utancımdan gerçeği kendilerine söyleyemedim.
Zaten gerçek durum saptandıktan sonra önlem almak ve salgını bastırmak zor değildi. Büyük bir hayal kırıklığına uğramıştım. Biraz düşündükten sonra artık teşkilatta çalışamayacağım kanısına vardım. Mecburi hizmetim de bitmişti. Senelik iznimi alıp, o zamanlar otobüs ve uçak olmadığı için trenle 2-3 günde İzmir’e geldim.
BD: Oradan ayrılma tarihiniz kaçtı hocam?
Erol Mavi: 31 Ağustos 1960 tarihinde istifamı bakanlığa yolladım ve 03.09.1960 tarihinde Ege Ün. Tıp Fak. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniğinde fahri asistan olarak göreve başladım.
BD: Maaşsız yani?
Erol Mavi: Maaşsızdı.
BD: Kaç sene fahri çalıştınız hocam?
Erol Mavi: 33 ay fahri asistan olarak çalıştım, klinikte rekor bendedir.
BD: Ege Tıp ne zaman kurulmuştu hocam?
Erol Mavi: Ege Üniversitesi 1955 yılında kurulmuştur. Çocuk Kliniği 20.12.1957’de hasta kabul etmeye başlamıştır.
Ege Ün. Çocuk kliniğinde asistanlığa başladıktan 4-5 ay sonra Sağlık bakanlığından bir mektup aldım. Mektup elime geçinceye kadar birçok yere gitmişti. Zarfın üzerinde birçok “bu adreste bulunamamıştır” kaşesi vardı. Örneğin, İzmir Sıtma Savaş başkanlığına gitmiş. “burada bu isimde bir doktor yoktur” denilerek geri gönderilmiş vs. Mektup birkaç cümleydi , “Mardin’de yaptığım hizmetler nedeniyle teşekkür ediliyordu”.
İzmir’de ailemin yanında kaldığım ve bekar olduğum için ekonomik olarak büyük bir sıkıntı çekmedim. Fakat ay başlarında diğer asistanlar maaşlarını alırken benim hiçbir şey almamam ağırıma gidiyordu. Mardin’de çalıştığım zamanda da aldığım maaşla ayın sonunu zor getiriyordum. Ayrıca askerlik, zorunlu hizmet derken çok zaman kaybetmiştim. Sınıf arkadaşlarımdan çoğu ya uzman olmuşlar ya da uzman olmak üzereydiler. Bilgi açığını kapatmak için iki misli çalışmam gerekiyordu. Bu arada yaşım da ilerliyordu. Ben hala babamdan harçlık alarak yaşamımı sürdürüyordum. Fahri asistanlığımın ikinci yılının sonlarında dış ülkelerdeki üniversitelere başvurdum. Kısa bir süre sonra Berlin Hür Üniversitesi Çocuk Kliniği Direktörü Prof. Loeshke’den bir yanıt aldım. Kendisi aynı zamanda Tıp Fakültesinin Dekanıydı. Ne zaman istersem gelebileceğimi, bir yıl misafir asistan olarak çalışabileceğimi bildiriyordu. Derhal gelebileceğimi bildirdim. Yalnız bir sorun vardı, ben bir kelime Almanca bilmiyordum. Ortaokul ve lisede ders olarak İngilizceyi seçmiş, üniversitede muafiyeti İngilizceden vermiştim. Hemen İzmir’deki Goethe Enstitüsü’ne gittim. Almanca kurslarına yazıldım.
3-4ay gece gündüz Almanca çalıştım. Bu yazışmalar olurken, fahri asistanlığımın 33’üncü ayında kadro geldi, maaş almaya başladım. Normalde bu gibi durumlarda yabancı ülkeye giden asistan veya öğretim üyeleri izinli sayılır, ve maaş almaya devam ederlerdi. Bana istifa edersem gidebileceğim söylendi. Berlin’deki hocaya söz verdiğim için çaresiz üniversiteden istifa ettim ve 01.01.1964’te Berlin Ün. Çocuk Kliniğinde görevime başladım. O zamanlar uçak olmadığından veya ben bilmediğimden tren ile Doğu Almanya içinden geçerek birkaç günde Berlin’e vardım.
BD: Orada para aldınız mı Berlin’de?
Erol Mavi: Evet aldım, iyi bir burs veriyorlardı. Ayrıca kız kardeşim de eşiyle birlikte oradaydı. Bir süre onların yanında kaldım. Prof. Dr. Loeshke isteğim üzerine beni Dr. Hans Helge’nin yönettiği Endokrin ve Metabolizma bölümüne yolladı. Çalışma planım şöyle idi.
Sabah 8 de hastanede oluyordum. 8:30’da Dr Helge geliyor. Birlikte vizit yapıyorduk. Saat 15-18 arasında lisan kursuna gidiyordum. Bütün gece kursta verilen ödevleri yapıyor, Almanca öğrenmek için çalışıyordum. Klinikte Suriye’den, Finlandiya’dan, Yunanistan’dan, Şili’den vs. gelmiş misafir asistanlar vardı. Bu misafir asistanlar bulundukları bölümlerde bölüm başkanıyla sabah vizitlerine, katılır, daha sonra Prof. Loeshke’nin her gün başka bir bölümde yaptığı büyük vizite giderlerdi. Büyük vizitten sonra misafir asistanlar serbest kalırlardı. İsterlerse dosyaları, hastaları incelerler, isterlerse giderlerdi. Herhangi bir sorumlulukları yoktu. Almanların esas amacı, birçok ülke ile bu şekilde ilişkiler kurarak Berlin’i tekrar Avrupa’nın kültür başkenti haline getirmekti. Programlar o şekilde hazırlanmıştı. Çünkü Berlin ikinci dünya savaşından sonra Doğu Almanya’nın ortasında bir ada şeklinde kalmıştı ve Amerika, İngiltere, Fransa ve Rusya’nın işgali altında idi. Rus bölgesi Berlin Duvarı ile diğer bölgelerden ayrılmıştı. Rus işgal bölgesi, ayni zamanda Doğu Alman Devletinin başkenti idi. Diğer bölgeler arasında kesin sınırlar yoktu ve Hür Berlin Üniversitesi bu bölgede bulunuyordu.
Fakat benim de derdim, oraya kadar gitmişken bir şeyler öğrenmekti. Klinikte metapiron testi (metirapon, SU 4885) ACTH testi, insülin testi gibi endokrinolojik testler yapılıyordu. Bu testler için gerekli kanları almak, günlük idrarları toplamak” medicinal asistanların” görevi idi. Medicinal asistanlık ” (Simply not blackjack online mobile . Almanya’ya özgü bir statüdür. Tıp fakültesini bitiren doktorlar hemen reçete yazamazlardı. 2 yıl iç hastalıkları, cerrahi, kadın doğum, çocuk vs. kliniklerinde pratik yaptıktan sonra hekimlik yapabiliyorlardı. Okulu yeni bitirmiş olan bu asistanlar özellikle çocuk ve bebeklerde intravenöz girişimlerde son derece acemi idiler. Testler yapılırken gerekli kanlar alınıncaya kadar çocuklar delik-deşik oluyorlardı. Bu işlerin şef gelmeden 8-8:30 arasında bitirilmesi gerekiyordu. Ben her gün 8’de kliniğe geliyor, bu uygulamaları izliyordum. Bir gün çalışma odasındayken asistanın bir türlü damara giremediğini gördüm. 3-4 yaşında olan çocuk büyük reaksiyon gösteriyordu. Servis başhemşiresine “ben alabilir miyim dedim” . Bir an yüzüme şüphe ile baktı. “Olur” dedi. Damar zaten görülüyordu, kolayca girip istenilen kanı aldım. Üniversite Çocuk Kliniği, İzmir Çocuk Hastanesi içinde olduğundan ve sağlık hizmeti birlikte verildiğinden bizler çok fazla hasta görmek ve uygulama yapmak şansına sahip olmuştuk.
Birkaç gün sonra büyük vizit sırasında arkamdan gömleğim çekildi. Dönüp baktığımda bizim servis başhemşiresini gördüm. “Çok acıdığım bir çocuk var. Sizin için ayırdım, gelip kanını alır mısınız” dedi. İsteğini yerine getirip hemen vizite geri döndüm. Daha sonra servis başhemşiresi bazı hastaları ayırıyor, onlardan benim kan almamı rica ediyordu. Bir süre sonra radyoloji bölümünden bile, zorluk çektikleri vakalarda i.v.pyelografi için çağırmaya başladılar. Bu kadar basit bir olaydan sonra klinikte diğer doktor ve personelin bana karşı davranışlarında olumlu yönde büyük bir değişiklik oldu.
Kısa bir süre sonra Dr. Helge “yarın karaciğer biyopsisi yapacağız, görmek ister misin ?” dedi. Ben de kendisine “Silverman iğnesi ile mi, yoksa Menghini iğnesi ile mi yapacağını” sordum. Bu ayrıntıları nasıl bildiğimi düşünen gözlerle yüzüme baktı ve “yakınlarda Silverman iğnesi ile biyopsi yapılması çocuklarda yasaklandı. Ben zaten yalnız Menghini iğnesi ile yapıyorum” dedi. Amerika’da John Hopkins hastanesinde fellow olarak çalışırken öğrenmiş. Karaciğer biyopsisini bana rahmetli hocam Prof. Dr. Oğuz Aksu öğretmişti. Asistanlığımın ilk yıllarında başasistanımız olan Dr. Oğuz Aksu ile birlikte çalışıyordum. Kendisi, yanlış hatırlamıyorsam doçentlik tezi olarak “alerjik hastalıklarda karaciğer patolojisi” konulu bir tez hazırlıyor sık sık Silverman iğnesi ile karaciğer biyopsisi yapıyordu. Hayvan karaciğerlerinde bir süre pratik yaptıktan sonra ben de karaciğer biyopsisi yapmaya başladım. Tez bitinceye kadar sorumlu olduğum 25-30 hastanın karaciğer biyopsilerini ben yaptım. Ertesi gün Helge’nin Menghini iğnesi ile yaptığı karaciğer biyopsisini gördüm. Silverman yöntemine göre hem çok kolay hem de çok daha güvenli idi. Silverman yönteminde en hızlı çalıştığımızda bile mandren karaciğer içinde 20-25 saniye kalıyordu ve bu karaciğerin yırtılma riskini çok arttırıyordu. Buna karşılık Menghini iğnesi vakum ile parça aldığından, saniyenin onda biri kadar sürede karaciğere girip çıkmak yeterli oluyordu.
Birkaç hafta sonra Dr. Helge tekrar karaciğer biyopsisi yapacağız dedi. Ertesi sabah 8’de çalışma odasına girdim hasta hazırlanmış bekliyordu. Menghini iğnesini alıp biyopsiyi yaptım ve alınan parçayı bir cam kap içinde bulunan sıvı içine boşalttım. Biraz sonra şef geldi. Başhemşire benden önce şefe “Dr Mavi biyopsiyi yaptı” dedi. Şef alınan biyopsi materyaline baktı. Beni kutladı ve teşekkür etti. Buna nasıl cesaret ettiğimi bilmiyorum. Şimdiki aklım olsa, yabancı bir ülkede böyle bir riski göze almazdım. İşler ters gitse, kanama veya ruptür olsa çok çok kötü bir durumda kalırdım. Yasal sorunlar bile yaşabilirdim.
Beraber çalıştığım Dr. H. Helge son derece çalışkan ve dürüst bir birisiydi. Serviste hastalarla ilişkili küçücük bir şey yapsam vizitte büyük hocaya “Dr. Mavi şöyle düşündü, şöyle yaptı” diye beni öne çıkarırdı. Bu şekilde davranmasının temelinde herhalde çok bilgili, çok çalışkan ve komplekssiz bir kişiliğe sahip olması yatıyordu. (Dr. H.Helge, ben ayrıldıktan kısa bir süre sonra Heidelberg Ünüvesitesine gitti ve birkaç yıl sonra da kürsü baskanı olarak Berlin Üniversitesine geri döndü).
Serviste toplanan idrarlar yakında bulunan Üniversitenin Kadın Doğum Kliniğinin laboratuarına gönderilir 17-ketosteroit ve 17-hidroksisteroid tayinleri orada yapılırdı. 17-ketosteroidler sürrenalin adrojenik faaliyeti, 17-hidroksisteroidler sürrenalin glukokortikoit faaliyeti hakkında kabaca bir bilgi verirdi. Dr. Helge laboratuarın şefi ile görüştü ve bu tayinleri öğrenmem için beni oraya gönderdi.
Bir ay kadar çalıştıktan sonra yöntemi öğrendim ve kliniğe dönerek laboratuarın bir köşesinde bu analizleri yapabileceğim bir düzen kurdum. Bu arada lisan kursları bittiğinden sabahtan öğleye kadar serviste hastalarla ilgileniyor, öğleden sonra laboratuarda çalışıyordum.
Klinikte daha çok metapiron testi, ACTH testi, deksametazon supresyon testi, insülin testi gibi indirekt yöntemler ile hifofiz-sürrenal eksenini incelemeye çalışıyorduk. Metapiron testi çok kullanılmasına karşın her klinikte süre ve doz bakımından değişik şekilde uygulanıyordu. Biz bu testi çocuklarda standardize etmek için bir çalışma yaptık. Bu çalışmayı 17-19/06/1965’te Prag’da yapılan “Praelectionum XIII.Congressus Paediatricuc, Cum Participatione Internationali” de Almanca olarak tebliğ ettim. Dr. Helge benim tebliğ etmemi istemişti. Burada değişik bir yöntem izledim. Günlük yaşamı yürütebilecek kadar almanca konuşmama karşın lisan bilgim bilimsel bir kongrede tebliğ yapacak düzeyde değildi. Tebliği yazdım. Dr. Helge tebliğin lisanını düzeltti ve bir teybe okudu. Günlerce bu teybi dinledim. Kelimeleri tek tek çalıştım. Daha sonra simultane tercüme edenlerin en kolay benim tebliğimi tercüme ettiklerini öğrendim. Çünkü her kelimeyi, hakkını vererek tane tane okumuştum.
Bu arada hipofizer cüceliklerde büyüme hormonunu kullanmaya başlamıştık. Kullandığımız hormon ticari olarak üretilmiş bir preparat değildi. Dekan olan kürsü başkanı çevredeki bütün hastanelere bir yazı yazarak yapılan otopsilerde çıkarılan hipofizleri kliniğimize göndermelerini rica etmişti. Gelen hipofizleri yanlış hatırlamıyorsam aseton içinde biriktirir, zaman zaman Dr.Helge ile birlikte kapsüllerini soyarak yine aseton içinde John Hopkins hastanesine gönderirdik. Onlar da bize her hipofize karşılık özel şişelerde 4 mg büyüme hormonu gönderirlerdi. Biz de bunları hipofizer cücelik tanısı koyduğumuz hastalarda kullanırdık. Belirli bir uygulamadan sonra hormon etkisinin azaldığını gözlemiştik. Bu konudaki bilgilerimiz yavaş yavaş artıyordu. Bu sıralarda iç hastalıkları kliniğinde, Amerika’da büyüme hormonu tayinini öğrenip gelmiş bir asistanın olduğunu öğrendik. Dr.Helge beni oraya göndermek istedi, fakat kabul etmediler, Herhalde bu bilgiyi bir yabancıya öğretmek istemediler. Dr. Helge bu duruma çok bozuldu “Dr Mavi aldırma, başka yapılacak bir sürü iş var var” dedi. Ayrılacağıma doğru, ince tabaka kromatografisi ve gaz kromatografisi ile çalışan bir biyokimyacıyı kliniğe aldılar. Kendisi ile bir süre birlikte çalıştık.
erolmavi-2
BD: Büyüme Hormonu eksikliği tanısını nasıl koyuyordunuz hocam?
Erol Mavi: Yukarıda bu amaçla metapiron testi, ACTH testi, deksametazon supresyon testi, insülin testi gibi indirekt yöntemler kullandığımızı belirtmiştim. Klinik bulgular ve laboratuar sonuçlarına göre tanı koyduğumuz hastalara, John Hopkins’den gönderilen büyüme hormonlarını kullanıyorduk.
Sonuç olarak bir sene süre ile misafir asistan olarak gittiğim Berlin Ün. Tıp Fak. Çocuk Kliniğinde kalışım, 6 aylık sürelerle 4 defa daha uzatıldı ve ben bir sene için gittiğim klinikte üç sene kalmış oldum.
BD: Yaş kaçtı hocam?
Erol Mavi: 35 yaşına gelmiştim. Bir ara Almanya’dan izinli gelip uzmanlık sınavını verdim. Diğer bir gelişimde evlendim ve eşimle birlikte Berlin’e gittik. Bu gidiş bir yerde bizim balayımız gibi oldu.
1966 yılının sonunda Türkiye’ye döndüm ve Ege Ün. Tıp Fakültesinde tekrar göreve başladım. Hocam Prof Dr. Sabiha Özgür, beni boş bir odaya götürerek burası Endokrinoloji ve Metabolizma Laboratuarı olacak dedi. Laboratuar olacak bu odada çeşme bile yoktu. Su giriş çıkışı olmayan laboratuar!!
Önce basitçe 17-ketosteroid ve 17-hidroksisiteroid tayinleri ile işe başladım. Bir süre sonra “ince tabaka kromatografisi” için gerekli malzemeleri getirttim. Daha sonra da laboratuara “gaz kromatografi” aletini aldık. Klinikte görevlerim oldukça ağırdı. Bir yandan laboratuarda steroid tayin yöntemlerini geliştirmeye çalışıyordum. Yanıma bir laborant vermişlerdi. Haftanın belirli günlerinde “endokrin polikliniği” yapıyordum. Ayrıca klinikteki hastaların yarısından, başasistan olarak sorumlu idim. Hastaların diğer yarısından Dr. Türkan Süren sorumlu idi. Çünkü klinikte beş öğretim üyesi olmasına karşılık uzman olarak sadece ikimiz vardık. Bu görevlerimin yanında ayrıca kliniğe alınan veya getirtilen bütün malzemelerin kambiyo ve gümrük işlerini yürütmek de benim görevim idi. Endokrin laboratuarını düzenlemek birkaç yılımı aldı. 08. 11. 1971’de doçent, 18. 02. 1977’de Profesör oldum. Bir süre sonra da endokrin bölümüne, genç yaşında kaybettiğimiz Uz. Dr. Gaye Kendir katıldı. Hasta hizmetlerinin bir kısmı üzerimden kalktığından biraz rahatladım.
BD: Neden çocuğu seçtiniz, özel bir nedeni var mı?
Erol Mavi: Mardin’de çalışmış olmam uzmanlık olarak çocuk hastalıklarını seçmemdeki en önemli etkendir. Orada çocukların ne kadar yardıma muhtaç olduklarını gördüm. Cehalet ve düşük sosyo-ekonomik yapı birçok bebek ve çocuğun gereksiz yere ölümüne neden oluyordu.
BD: Çocuk Endokrin kliniği 1966’da mı kuruldu hocam?
Erol Mavi: Evet. 1966 yılının sonlarına doğru Almanya’dan döndükten sonra endokrin hastalarına ben baktım. O nedenle bu tarihi kuruluş tarihi kabul edebiliriz.
BD: Biraz siyasete girelim hocam…
Erol Mavi: Girelim de söylediklerimin ne kadarını yazıp ne kadarını yazmayacağınıza siz karar verirsiniz.
Bumin Dündar: Takdir sizin hocam.
Erol Mavi : Politik hayatım bir “edebiyat” olayı ile başladı diyebilirim. 1949-1950 ders yılının sonlarına doğru 14. Mayıs 1950’de seçim yapılmış ve Demokrat parti iktidara gelmişti. Hatırlanacağı gibi Demokrat Parti kurulduktan, özellikle 1946 seçimlerinden sonra “demokrasi” ve ” hürriyet” gibi kavramlar ülkemizde yoğun olarak tartışılmaya başlanmıştı. Özellikle 1950 seçimlerinden önceki dönemde Demokrat Parti yanında birkaç partinin daha kurulduğunu hatırlıyorum. Bütün partiler ve bu arada özellikle Demokrat Parti yetkilileri her yerde : “iktidara geldiklerinde demokrasinin bütün gereklerini yerine getireceklerini”, “düşünce ve fikir hürriyetini gerçekleştireceklerini” açıklıyorlardı. Bu düşüncelerin bütün toplumda büyük bir çoşku ile karşılandığını hatırlıyorum.
Bu hürriyet ortamında uzun bir süredir hapıste olan şair Nazım Hikmet’in annesi oğlunun afedilmesi için bir imza kampanyası başlatmıştı. O zamanlar Nazım Hikmet’in şiirleri elden ele dolaşır, okunduktan sonra yazılı olan belge yok edilirdi. Üzerinizde Nazım Hikmetin şiirinin bulunduğu bir kağıt veya evinizde bir şiir defterinde Nazım Hikmet’in şiirlerinden birkaç satırın bulunması, sorguya çekilmeniz ve mahküm olmanız için yeterli idi. Bildiğiniz gibi büyük şair ve yazar Atilla İlhan, kız arkadaşına yazdığı bir mektuba Nazım Hikmetin bir şiirini koyduğu için mahkum olmuştur.
14 Mayıs 1950 seçimlerinden kısa bir süre önce bu kampanyaya destek amacı ile Çiçek Palas lokalinde bir toplantı düzenlendiğini duydum. Bu lokal Beyazıt’tan Aksaray’a inerken yolun sağ tarafında bir apartmanın ikinci katında idi. Bizim sınıftan edebiyata meraklı İzmirli iki kız arkadaşla Çiçek Palas’a gittik. Toplantı başlamıştı. Konuşmacılar Nazım Hikmet hakkında bilgi veriyor ve bazı şiirlerini okuyorlardı. Yanlış hatırlamıyorsam bir konuşmacı Nazım Hikmet’in “Onlar ümit’in düşmanıdır………” dizesi ile başlayan “4 Aralık“ isimli şiirini okurken orta sıralarda oturan iri-yarı bir kişi ayağa kalktı ve bağırmaya başladı. “Nazım Hikmet vatan hainidir… Nasıl böyle bir toplantı düzenlersiniz …” gibi sözler söylüyordu. Birkaç kişi yanıt verdi ve aniden bir kavga başladı. Biraz sonra polisler geldi, salonun boşaltımasını istediler. Arka sıralarda oturduğumuz için kolayca dışarı çıktık ve karşı kaldırıma geçip merakla olayları izlemeye başladık. Bu arada polisler içeride kalanları toplayıp üstü kapalı bir kamyona doldurup götürdüler. Daha sonra bu toplananların ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakıldıklarını öğrendik.
Bu olaydan kısa bir süre sonra toplantıya beraber gittiğimiz arkadaşlar benimle ilişkiyi kestiler. Daha sonra bazı kişilerin bu arkadaşları “benimle arkadaşlık etmelerinin kendileri için çok kötü sonuçlar doğurabileceği…..” yönünde uyardıklarını öğrendim. Bu olay fakültenin birinci sınıfında iken olmuştu. Arkadaşları okadar korkutmuşlardı ki uzun tıp eğitimi süresinde ayni sınıfta olmamıza rağmen bu arkadaşlarla konuşmak bir yana, selamlaşmak bile mümkün olmadı.
Bu “Çiçek Palas olayı” hayatım boyunca beni takip etmiştir. Örneğin,bu olaydan yaklaşık 30 sene sonra 1980 darbesinden bir süre önce Ege Ün. Tıp Fakültesi dekanlığı için adaylığımı koymuştum Fakülte kurulunda yapılan ilk oylamada rakibimden biraz önde olmama karşın ikimiz de gerekli çoğunluğiu sağlayamamıştık. Oylama bir sonraki Fakülte Kuruluna kaldı. Bu arada hanım bir öğretim üyesinin benim hakkımda tutulmuş bir belgeyi dolaştırıp, öğretim üyelerine okuttuğunu öğrendim. Bu belgede benim “1950 yılında Nazım Hikmet’in hapisten çıkması için imza verdiğim…… anı toplantılarına katıldığım vs…..” yazılıyormuş. Birkaç öğretim üyesi gelip samimi olarak bana “….abi bu durumda sana oy veremiyeceğiz, kusura bakma “ dediler. İkinci oylamada ilk oylamada aldığım oyların yarısını bile alamadım
12 Eylül 1980 darbesinin de yaşantımda önemli bir yeri vardır. O gün gece yarısından biraz sonra telefon çaldı. Rahmetli Prof.Dr. Senay Öztop “abi televizyonu aç, ihtilal oldu, yarın ne yapacağız” diye sordu. O sırada klinik direktörü izinli idi ve yerine ben vekalet ediyordum. Hemen televizyonu açtım. Sıkıyönetimin numaralı bildirileri yayınlanıyordu. Senay’a “televizyonu dinliyorum, bizi ilgilendiren bir durum olursa size haber veririm” dedim ve telefonu kapattım. Kısa bir süre sonra, yanılmıyorsam 5. veya 6. bildiride ertesi günü görev yerinde olması gerekenlerin listesi yayınlandı. Fırıncılar, hastanelerde çalışan doktor ve diğer yardımcı personeller vs…. Hemen Senay’a telefon edip ertesi gün görevimizin başında olacağımızı söyledim. Bir süre sonra diğer klinik arkadaşlarına da bildirmem gerektiğini düşündüm. Telefonu kaldırdığımda çalışmadığını gördüm, kesikti. Apartmandaki birkaç komşuya baktım, hepsinin telefonu çalışıyordu. Bir komşunun telefonundan aradığımda benim numarada “arıza” olduğu söylendi.
Aziz Nesin’in “Aziz Nesin Poliste” diye bir kitabı vardır. Burada evinde yapılan aramaları ve tutuklandığındaki sorgulamaları anlatır. Bu kitabında Aziz Nesin, ev baskınlarının sabaha karşı yapıldığını ve polislerin, başkalarına (tanıdıklara, avukatlara v.s ) haber vermeyi önlemek için ilk önce telefonları kestiklerini yazıyordu. Telefonun kesildiğini anlayınca ilk önce bunlar aklıma geldi. Bu arada eşim ve çocuklarım da uyanmışlardı. Tutuklanmaya karşı bir hazırlık yapsam eşim ve çocuklarım telaşlanacaklardı. Beklemeye karar verdim. Herhangi bir olay olmadı ve sabah hiçbir şey olmamış gibi kliniğe gittim. Sıkıyönetim sokağa çıkma yasağı ilan ettiinden yollar çok tenha idi. Bu arada 3-4 yakın arkadaşımın da telefonlarının kesildiğini öğrendim. Farklı farklı semtlerde olan bu “arızalı” telefonlar 22 gün sonra aynı gün açıldı.
Sıkıyönetim döneminde her gün birkaç öğretim üyesi veya asistanın 1402 sayılı yasa ile görevlerinden alındıklarını işitip üzülüyorduk. Buna “salam teorisi” diyorlarmış. Hiçbir zaman büyük sayıda öğretim üyesini aynı anda görevden almadılar. Çünkü 27 Mayıs 1960 ihtilalinde 147 öğretim üyesi aynı anda görevden alınmış ve büyük reaksiyon çekmişti. Bu nedenle görevden alınmalar ikişer-üçer kişilik guruplar şeklinde uygulandı. 1983 yılı Mart ayında Üniversiteden bir memur, bizim klinikten Prof. Dr. Türkan Süren ile bana, 1402 sayılı yasa ile görevden alındığımızı bildiren bir sıkıyönetim belgesini okuyup imzalamamızı istedi. Arkadaşımla ben belgeyi imzaladık, önlüklerimizi çıkardık, çantalarımızı alıp klinikten ayrıldık. Odalarımızdaki eşyalarımızı rahmetli Senay toplayıp arkamızdan göndermişti. Odalarmıza tekrar yedi sene sonra dönebildik.
BD: 1402 sayılı yasa neydi peki hocam?
1402 sayılı yasa “ Sıkıyönetim “ yasasıdır. Bu yasaya göre, sıkıyönetim bölgesinde, sıkıyönetim komutanı istediği kişiyi hiçbir gerekçe göstermeden görevden alabilir, tutuklayabilir veya hapse atabilirdi. İtiraz edilecek başka bir makam yoktu. Suçumuz nedir? diye soruyorsunuz. Yanıt vermek zorunda değiliz diyorlar. Bizi mahkemeye verin diyoruz, vermeyiz diyorlar. Hakkımızda suçlayıcı bir belge, bir kanıt var mı ? diye soranlara bazı savcıların “sizin gibi bilgili, zeki insanlar kanıt mı bırakır” diye yanıt verdiklerini duydum. Suçlanıp tutuklanmanız için herhangi bir delil’in bulunmasına gerek yoktu. Bizler potansiyel olarak suçlu kişilerdik. Belirli kişilerin sizin suçlu olduğunuz kanısına varmalaları, tutuklanmanız, hapise atılmanız için yeterli idi. Bu kanı’nın oluşmasında genellikle ihbar mektupları etkili oluyordu. Böyle bir adalet anlayışı “ortaçağda” bile görülmemiştir. O zamanlar odalara suç delili olabilecek belge yerleştirme veya bilgisayarlara virüsler yollayarak suç delili oluşturma gibi üst düzey yöntemler henüz bilinmiyordu. Anarşi döneminde en büyük sıkıntıları bizim gibi öğretim üyelerinin çekmiş olmamıza karşın, anarşiden sorumlu tutularak görevlerimizden alındık. Aslında üniversiteler anarşinin kaynağı değil, anarşinin hedefi idi. Bu nedenle en büyük gürültü ve yıkım üniversitelerde olmuştur.

BD: Bu durum sizi nasıl etkiledi hocam?
Beni pek etkilemedi. Hatta böyle bir yönetim ile aynı fikirde olmadığım ve bu düşüncemi açıkça belirttiğim için kendimle gurur duydum ve hala bu gururu taşıyorum. Fakat çocuklarım oldukça etkilendi. O dönem anarşik olayların zirve yaptığı çok karmaşık bir dönemdi. Birçok aydın, demokrat öğretim üyesi öldürüldü. Her öğretim üyesi öldürüldüğünde bizim evde sessiz bir matem havası eserdi. Konu açıkca konuşulmaz, fakat hepimiz ayni şeyi düşündüğümüzü bilirdik. Her gün birçok tehdit telefonları gelirdi.Yalnız bizim eve değil anne-babamın da evine telefon edilir, ”…oğlunuza şunu yapacağız….bunu yapacağız “ gibi tehditler savrulurdu. Bir gün eve geldiğimde, apartmanın 5. katında olan dairemizin kapısındaki ismimin yazılı olduğu küçük plaketin çıkarıldığını gördüm. Çocuklar, “saldırı için gelen olursa evimizi bulamasın” diye tedbir almışlar!!!

Görevden alındığımda büyük kızım Anadolu Lisesi 2. sınıf öğrencisi idi. Görevden alınmamdan birkaç gün sonra okuldan sevinçle geldi. “Baba sen suçsuzmuşsun” dedi. “Hayrola ne oldu” diye sordum. Olayı anlattı. Okulda çok sevdiği iki hocası iki ders arasında kendisini bir kenara çekip “seni üzüntülü görüyoruz, babana olanları duyduk, üzülecek bir şey yok, baban çok değerli bir insan, göreceksin, her şey düzelecek” demişler. Bu konuşma kızımda büyük bir rahatlık sağlamış. Bu öğretmenlere hala bir teşekkür borçluyum. Birkaç gün sonra kızıma, “okula gelip bu öğretmenleri tanımak ve teşekkür etmek istediğimi” söyledim. Kızım üzülerek “baba gelmene gerek kalmadı. Her iki hocayı okuldan attılar” dedi ve ben kendilerine teşekkür etme fırsatını kaçırdım.

1402’likler olayı 2002’de Haldun Özen tarafından “Entelektüelin Dramı-12 Eylül’ün Cadı Kazanı” ismi ile kitaplaştırıldı. Bu kitapta 1402 sayılı yasa ile hiçbir gerekçe gösterilmeden görevlerinden alınan, bir kısmı mahkum olan insanların hikayeleri anlatılmaktadır.Üniversitenin değişik fakültelerinden uzaklaştırılan birçok öğretim üyesi büyük sıkıntı çekti. Arkadaşım olan bir astronomi profesörünün geçimini sağlayabilmek için, kolej sınavına girecek ilkokul çocuklarına matematik dersleri vermek zorunda kaldığını hatırlıyorum.
Ben ekonomik olarak sıkıntı çekmedim. Hatta durumum daha da iyi oldu. Üniversitede çalışırken muayenehaneye saat 16’dan sonra gidiyor, ancak birkaç hasta görebiliyordum. Görevden alındıktan sonra sabahtan akşama kadar muayenehanede çalışma olanağı buldum. Ekonomik durumum, ilk defa, hayatımın hiçbir döneminde olmadığı kadar iyi olmuştu.

İzmir’de sıkıyönetim kalktıktan sonra görevimize dönmek için mahkemeye başvurduk. Yargılanma 4-5 sene sürdü, ve sonunda mahkeme olağanüstü bir hukuksal yorumla bizi aklayarak, kadro şartı olmaksızın göreve dönmemize karar verdi. Bu arada çocuk kliniği başka bir yere taşınmıştı. Endokrin laboratuarının malzemeleri bir odaya üst üste yığılmıştı. Üzülmemek elde değildi. Bazı alet ve malzemeleri temin edebilmek için ne kadar çok uğraşmıştım. Bazıları paslanmış, kimyasal maddelerin çoğu ya bozulmuş ya da son kullanma tarihleri geçmişti. Gaz kromatografi aletini başka bir kliniği götürmüşler, fakat kolonları bırakmışlardı. Kolonlar olmadan herhangi bir analiz yapılması mümkün değildi.
Üniversiteye geri döndüğümde bir adaptasyon dönemi geçirdim. Aradan yaklaşık 7 sene geçmiş birçok değişiklik olmuştu. Dersler artık doğaçlama anlatılmıyor, asetatlara yazılıp tepegözde okunuyordu. Fotokopi büyük bir kolaylık sağlamıştı. Bir konu hazırlanırken bir sürü kitabı yüklenip eve götürmekten kurtulunmuştu. Ve en önemlisi bazı arkadaşlar bilgisayar kullanmaya başlamışlardı. Akademik yaşamında devamlı daktilo kullanmış, çini mürekkep ve değişik numaralı şablonlarla slayt hazırlamış bir kişi olarak, bilgisayarın bu konularda sağladığı olanaklar karşısında şaşkına dönmüştüm.

Dr.Gaye Kendir doçent olmuş, yanına uzman Dr. Şükran Darcan’ı almıştı. Kısa bir süre sonra Doç. Dr. Gaye Kendir’i kaybettik. 60 Yaşıma gelmiştim ve kendimi çok yorgun hissediyordum. 7 sene üniversiteden ayrı kalmıştım. Üniversite kampüsüne girmemiz bile yasak olduğundan Ün. kütüphanesine de gidememiştim. En büyük korkum konuşurken, ders verirken bilimsel bir hata yapmaktı.
Laboratuarı tekrar düzenlemek ve bilimsel günceli yakalayabilmek için yoğun bir çalışma içine girmem gerekti. Laboratuarın tekrar düzenlenmesinde Dr. Şükran Darcan ve Dr. Mahmut Çoker’in çok büyük katkıları oldu. 4 Ocak 1998’de yaş haddinden emekli oldum. Emekli olduktan iki sene sonra 4 Nisan 2000’de Ege Üniversitesi Senatosu tarafından “Üstün Hizmet Madalyası” ile onurlandırıldım.

Üniversitede diğer öğretim üyeleri ile tekrar ilişki kurdum. Yalnız samimi arkadaşlar ile değil, sokakta beni görüp başını çevirenler, değişik ortamlarda beraber görünmekten kaçınanlar ve sıkıyönetime hakkımda ihbar mektupları yolladıklarından emin olduğum kişilerle de diyaloğumu sürdürdüm. Bir Çin atasözü der ki : “kinle yaşayan özgür olamaz”. Uzun süre bu atasözünü nasıl yorumlamam gerektiğini düşündüm. Ayrıca Nietzsche bir özdeyişinde : “İnsanoğlu her şeyi unutarak yaşayabilir, fakat her şeyi hatırlayarak yaşayamaz” demiştir. Unutmak insan soyunun en büyük şifasıdır. Kin tutarak ve her an geçmişi hatırlayarak insan mutlu olamaz. (Zülfü Livaneli son romanı “Kardeşimin Hikayesi”nde Nietzsche’nin bu “aktif unutma” tezini olağanüstü bir güzellikte işlemiştir. Livaneli ayrıca bu gerçeğin Nietzsche’den yaklaşık altı yüzyıl önce Mevlana tarafından söylendiğini de belirtmiştir ).
BD: Bu arada hiç tutuklandınız mı?
Sıkıyönetim savcılığında iki defa sorgulandım.
Birincisinde konu “Barış Derneği” üyeliğimdi. Fakülteden 3 öğretim üyesi arkadaşımla birlikte sıkıyönetim savcılığına çağrılmıştık. Tek tek odaya aldılar. Soruşturmayı başsavcı yürütüyordu. Savcı bana çok kibar davrandı. Hatta ifadem alınırken birçok yerde, kendimi suçlu duruma düşürecek kelime ve cümle söylememi engelledi. Diğer arkadaşlara da aynı şekilde davranmış. Neden böyle davrandığını bilemedik. Büyük bir olasılıkla, başka kaynaklardan hakkımızda bilgi toplamıştı diye düşünüyorum. İfadelerimiz tamamlandıktan sonra başsavcı bizi kibarca yolcu etti. İsteseydi bizi tutuklatabilirdi. Buna yetkisi vardı. Aynı Barış Derneği davasında İstanbul’daki savcı, Erdal Atabek, Ali Sirmen, Orhan Apaydın gibi birçok önemliyi kişiyi tutuklatmıştı. Bunların hepsi yaklaşık 36 ay hapis yattıktan sonra beraat etmişler ve “afedersiniz” denilip serbest bırakılmışlardı. Biz de aynı durumu yaşayabilirdik.

İkincisinde konu “Aydınlar Dilekçesi” idi. Aziz Nesin başkanlığında 16 aydından oluşan bir gurup tarafından hazırlanan, bir sahifelik “Sunuş” bölümü ile altı sahifelik Türkiye’de Demokratik Düzene İlişkin Gözlem ve İstemler” bölümlerinden oluşan bir “dilekçe”yi imzaya açmışlardı. Bu dilekçe bütün ülkede 1300 kişi tarafından imzalanmıştı. Daha sonra 6 kişilik bir gurup tarafından dilekçenin bir nüshası Cumhurbaşkanlığı makamına, ikinci bir nüshası da Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verilmişti. Dilekçenin içeriğinde mevcut antidemokratik ve baskıcı durum eleştiriliyor, daha sonra yapılması istenenler sıralanıyordu. Bir kısım aydın, kaynağını anayasadan alan “dilekçe verme hakkı”nı kullanmıştı. Dilekçe basına yansıdıktan sonra yönetimden büyük bir reaksiyon gördü. Savcılık, olayın dilekçe değil bildiri olduğunu ısrarla ileri sürüyordu. Çünkü dilekçe vermek suç değil, bildiri dağıtmak suçtu. Zamanın Cumhurbaşkanı meydanlarda “Ben böyle aydınları ne yapayım” diye başlayan nutuklar atıyordu. Bu ağır baskı karşısında, imza atanların bir kısmı -bazıları çok komik gerekçelerle- imzalarını geri aldılar. Ben yine birkaç arkadaş ile birlikte aynı sıkıyönetim savcısı tarafından sorgulandım ve serbest bırakıldım. Zaten bu konu ile ilgili mahkemeye verilen herkes beraat etti.
Burada dilekçenin yazılması ve ilgili makamlara verilmesinde büyük emeği olan Prof. Hüsnü Göksel’in daha sonra yazdığı bir makaleden alıntı yapmak isterim :
“,,,,,,,,Aklandık. Dilekçe Davası’nın, Türk aydınının kahırlı, çileli yürüyüşü tarihinde, Türk demokrasi tarihinde, Türk hukuk tarihinde yerini alacağı inancındayım.
Yine inanıyorum ki “Dilekçe Davası” yıllar sonra doktora tezlerine, doçentlik tezlerine, bilimsel bildirilere konu olacaktır. Dilekçenin ne koşullar altında, neden yazıldığını, davanın nasıl açılıp, nasıl yürütüldüğünü öğrendiklerinde, “1980’lerde Türkiye’de aydınlar vardı” diyecekler ve hemen ekleyeceklerdir: “1980’lerde Türkiye’de yargıçlar da vardı”
BD: Bu dilekçe ne zaman verildi hocam, kaç yılında?
Erol Mavi: 1982 Anayasasının kabulu ve Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olmasından sonra, 5 Mart 1984 tarihinde T.C. Altındağ 1. Noterliğinde 7826 No. İle tasdik ettirilip, Cumhurbaşkanlığı ve Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verilmişti.
BD: İhtilalden ne kadar sonra hocam?
Erol Mavi: 12 Eylül İhtilalinden yaklaşık 4 yıl sonra. Orgeneral Kenan Evren’in Cumhurbaşkanlığı döneminde.
BD: Hiç mahkemeye çıktınız mı hocam?
Erol Mavi: Çok ilginç bir nedenle mahkemeye verildim. O tarihte Sağlık Bakanlığı, muayenehanelerde aşı yapılmasını yasaklamıştı. 01.11.1983 tarihinde muayenehanemde son hastayı muayene ederken üç kişi geldi. İkisi müfettiş, biri galiba sivil polisti. Büyük bir ciddiyetle arama yapılacağını söylediler. Ben başlangıçta kitap, siyasal belge v.s. aranacağını düşündüm. İçim rahattı. Yasadışı herhangi bir şey bulacaklarını sanmıyordum. Onlar doğruca buzdolabına yöneldiler. Üzerlerinde çocukların isimleri yazılı, ailelerin yurtdışından kendi imkanları ile getirdikleri birkaç polio aşısı, ayrıca 50 dozluk boş bir DBT aşı şişesi buldular. Bunlar suç delili kabul edilerek Sağlık Bakanlığı tarafından mahkemeye verildim. Benzer şekilde arkadaşım Türkan Süren’in buzdolabında da boş bir polio aşı şişesi bulunmuş, o da mahkemeye verilmişti.
erolmavi-3
Mahkemede durumu açıkladım. Hakim : “Buz dolabında su şişesi olarak kullanılan boş bir viski şişesi bulunsa içki kaçakçısı mı sayılacaktınız hocam “ dedi ve beraatıma karar verdi. Bu davanın ilginç yanı, İzmir’de birçok çocuk hekiminin aşı yaptığı belgelendiği halde yalnız ikimiz mahkemeye verilmiştik. Bu şekilde, arkadaşım Prof. Dr. Türkan Süren ile birlikte, “çocuklara aşı yaptığı için mahkemeye verilen ilk Türk Çocuk Hekimleri” ünvanını aldık.
BD: Yanınızda çalışan asistanların isimlerini öğrenebilir miyiz hocam
Erol Mavi: Benim yetiştirdiğim asistanları söyliyeyim: Gaye Kendir, Şükran Darcan, Betül Ersoy, Ceyhun Dizdarer, Zerrin Orbak, Şule Can, Ebru Özerkan.
BD: Hocam evliliğinizden hiç bahsetmediniz?
Erol Mavi: 1965’de uzmanlık sınavını verdikten sonra İzmir’de nişanlandık, bir sene sonra da evlendik. Ailelerimizin tanışıklığı çok eskilere dayanıyordu. Ekonomik nedenlerle ancak 35 yaşında evlenebildim.
BD: Kaç çocuğunuz var hocam?
Erol Mavi: 2 kızım var, biri nükleer tıp uzmanı. Yeditepe üniversitesinde doçent oldu, Şimdi İstanbul’da özel bir görüntüleme merkezinde çalışıyor. Küçük kızım endüstri mühendisi. Boğaziçi Üniversitesi mezunu. Koç Üniversitesinde “işletme master”ı yaptı. 10 sene kadar değişik şirketlerde üst düzey yönetici olarak çalıştıktan sonra yine Koç Üniversitesinde “pazarlama doktorasına” yapıyor.

BD: Peki hocam tıp dışında uğraşınız oldu mu?
Erol Mavi: Tıp dışında ilgi duyduğum en önemli konulardan biri ”eğitim” olmuştur. Bu kısa söyleşide eğitimin bütün sorunlarını tartışmak olanaksızdır. Kısaca özetlemek gerekirse eğitim, kişinin kendisinin ve toplumun belirleyeceği yaşam çizgisinin gerektirdiği bilgi, beceri, tutum , ve davranışı kazanabilmesidir. Burada kritik nokta, kazandırılacağı öngörülen bilgi, beceri, tutum ve davranışlara kimin karar vereceğidir. Bu nedenle ülkemizde her iktidar değişiminde eğitim ve buna bağlı sınav sistemleri allak bullak olmaktadır. Her iktidar kendi dünya görüşüne uygun standart bilgileri ezberlemiş kişiler yetiştirmeyi amaçlamaktadırlar. Bu bilgilerle hayata atılan bireyler, karşılaştıkları sorunlar karşısında şaşırıp kalmaktadırlar. Okulda öğrendikleri bilgilerin yaşantılarında karşılaştıkları sorunları çözmede hiçbir yararı olmamaktadır. Bu nedenle bu ezberci eğitimin tamamen değişmesi, düşünen, sorgulayan, uygulayan , yaratıcı bireyler yetiştiren bir eğitim sisteminin benimsenmesini gerekmektedir. Bu eğitim, bilgiye ulaşma yollarının öğretilmesi ile sağlanabilir. Eğitimin amacı kısaca Öğrenmeyi Öğrenme olmalıdır.
Ayrıca doğru bilgi, beceri, tutum ve davranışların oluşmasında anaokulları çok önemli bir rol oynar.
Bu nedenle, eğitim amaçlı Beyaz Nokta Derneği ve “Bilses Vakfı”nda (Bilimsel Eğitim, Kültür ve Sanat Vakfı) aktif görevler aldım. Ezbere dayalı eğitimin değiştirilmesini öngören “ Ezbere Hayır “ kampanyasına katıldım. Ayrıca bu derneklerin, İzmir varoşlarındaki ilköğretim okullarında organize ettiği, eğitim ve çocuk sağlığı konularındaki konferans ve panellere katıldım. Çocukların gelişmesinde anaokullarının önemini vurguladım. (1998’de emekli olurken verdiğim “veda dersi”nin büyük bölümü anaokullarına ayrılmıştı). Bu toplantıların özelliği yalnız öğrencilerin değil ailelerinin de katılabilmelerine ve soru sormalarına olanak sağlanmasıydı. Bu yöntemle ailelerin de eğitilmesi sağlanıyordu.
Tıp dışında beni ilgilendiren diğer bir konu da Bulgaristanda Türklere uygulanan “zorla isim değiştirme olayı “ olmuştur. Tarihte bir benzerine ender olarak rastlanılan bu olay, aslında kültürel bir soykırımdır.
Tarihçilerimiz, romancılarımız, araştırmacı gazetecilerimiz var. Dünyanın değişik bölgelerindeki olayları inceliyor, aydınlığa çıkarıyor ve bazı durumlarda romanlaştırarak edebiyata malediyor. Fakat Bulgaristan’daki Türklerin isimlerinin zorla değiştirilmesi konusunda herhangi bir kimsenin bir anı veya bir inceleme yayınladığını en azından ben görmedim. Okumuş olanların çoğunda toplumumuzu ağır şekilde eleştirmenin ilericilik olduğu sanılıyor. (Ayşe Kulin’in Nefes Nefese romanı bu konularda bir istisnadır).Bu konularda çaba göstermem basit bir ulusalcılık olarak algılanmamalıdır. Ben sadece, soydaşlarımıza karşı işlenmiş kültürel bir soykırımın belgelenmesini istiyorum.
Bu amaçla 8 Haziran 1993 tarihinde “Balkan Göçmenleri Dayanışma Derneği Başkanlığına“ aşağıdaki mektubu gönderdim.
“Sayın Embiya Çavuş,
Ben Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları’nda öğretim üyesi olarak görev yapıyorum. Mesleğimin gereği olarak bugüne kadar daima çocuk ve gençlerin sorunları ile ilgilendim. Bu nedenle Bulgaristan’da Türklere uygulanan” zorla isim değiştirme” olayının “çocuk ve gençlerin üzerindeki etkileri” beni çok ilgilendirmektedir. Ayrıca Bulgaristan’da Türklere karşı uygulanmış olan, kitlesel isim değiştirme olayı, insanlığa karşı işlenmiş en ağır suçlardan biri olmasına karşı insan haklarıyla ilgilenen uluslararası kuruluşlardan hiç biri bu konu ile yeteri kadar ilgilenmemişlerdir. İsim değiştirme olayının çocuk ve gençler üzerindeki etkilerini ortaya çıkarabilmek için çocuk ve gençler arasında bir kültür yarışması düzenlemenin uygun olacağı kanısındayım. İsim değiştirme olayının sokakta, okullarda uygulanışı, işyerlerinde yapılan baskılar, direnenlere neler yapıldığı, bu olaylar karşısında neler düşündükleri, yaşanılan ilginç olaylar, korkular, endişeler …….v.s. her şey bir anı veya hikaye şeklinde yazılabilir. Olayların anlatımında tarih, yer ve isim belirtilmesi, yazılanlara aynı zamanda bir belge niteliği kazandıracaktır.
Çünkü biz genellikle çok konuşan, fakat az yazan bir toplumuz. Ulus olarak uğradığımız birçok haksızlık, yazı haline dönüşüp belgelenmediği için tarihin karanlıklarına gömülüp gitmiştir.
Gelen yazıların bir jüri tarafından değerlendirileceği ve kazananlara belirli bir ödül verileceğini de yazmıştım.
Yanıt bile alamadım.
İlgilendiğim diğer bir konu “İdam cezası”dır. Mesleğimizin amaçları ile taban tabana zıt bir ceza olması ve cezanın uygulanma sürecinde doktorun orada hazır bulunarak ölümü saptama zorunda olması nedeniyle biz hekimleri yakından ilgilendirmektedir. Günümüzde idam cezası, birçok düşünür ve hukukçu tarafından, zamanı, yeri, uygulama şekli, hazır bulunacakların listesine kadar her aşaması, en ince ayrıntısına kadar planlanmış bir cinayet olarak kabul edilmektedir. Bu konudaki tartışmalar hala devam etmektedir. Kaldırılması yönündeki eğilim giderek artmaktadır ve birçok ülkede kaldırılmıştır. 1944-1945 yıllarında ortaokul birinci sınıfında idim. Okula giderken Konak Meydanında (İzmir) bir adamın asıldığını duyduk. Birkaç arkadaşımla meydana gittik. Üzerinde beyaz bir gömlek olan bir adam bir ipin ucunda sallanıyordu. Sabaha karşı idam edilmiş ve İbret-i-alem için belirli bir süre seyredilmek üzere asılı bırakılmıştı. Büyük bir kalabalık vardı. Ceset ipten indirilip cenaze arabasına konuluncaya kadar seyrettik. Bir süre sonra İzmirde, yine konak meydanında bir adamın asıldığını gördüm. Fakat bunun üzerinde siyah bir gömlek vardı. Çevremizdeki büyüklere bunun nedenini sorduk, “ana-baba katillerine siyah gömlek giydirilirmiş”.
İdam cezasına karşı birkaç açık oturuma katıldım. Büyük hukukçu Faruk Erem ile katıldığım bir toplantıda yaptığım konuşma “İzmir Barosu Dergisi 1991, 56 :1(Ocak), s.31” de yayınlandı.
İdam cezası ülkemizde, bu çalışmalardan yaklaşık 15 sene sonra, tamamen başka politik nedenlerle, 6.Ekim. 2005 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 13 No.lu protokolünün imzalanması ile kaldırılmıştır.
BD: Hiç siyasete girdiniz mi hocam?
Erol Mavi : Çocuk hekimi iseniz toplumdaki bütün sosyal, ekonomik, ve kültürel olaylarla ister istemez ilgilenmek zorundasınızdır. Çünkü çocuk sağlığına ilişkin sorunların ortadan kaldırılması, belirli politik kararların alınmasını gerektirir. Siyasetten bir parti içinde çalışmayı kastediyorsanız, evet. Almanya’dan döndükten sonra “İşçi Partisine” kaydoldum. O zamanlar üniversitede çalışanların siyasi partilere girmeleri serbestti. Bir süre sonra yasaklandı. Zaten iç çekişmeler ve dıştan yapılan ağır baskılar nedeniyle parti mahkeme kararı ile kapatıldı.
BD: Peki hocam en son olarak gençlere tavsiyelerinizi alabilir miyiz?
Erol Mavi : Çok okumalarını, çok çalışmalarını, her şeyi sorgulamalarını ve “akıl ve bilim yolundan” ayrılmamalarını öneririm
BD: Hocam çok teşekkür ederiz.

Similar Posts

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir